Her işini hikmetle gören Rabbimizin, bu dünyayı insanın her türlü ihtiyacı için hazırlayıp onu belirli bir süre burada ikamet etmesi için gönderirken de “elbette” bir muradı var. Allah’ın muradı ile bizim bu dünyada bulunuşumuza yüklediğimiz mana örtüştüğü nispette kulluk tavrı takınıyoruz.
Kimisi, bu dünyaya müzisyen olmak için gönderildiğini düşünür; hatta “yine gelecek olsam yine müzisyen olurum,” diyerek devam ettirmek ister dünya ile bağını. Kimisi, “Ben bu dünyaya iyi bir anne olmak için gönderildim” der, ömrünü çocuklarına adayarak bir varlık tanımı yapar kendine. Kimisi işine, başarıya aşıktır. Dünya ile başarılara doymamak üzere bir bağ kurar. Daha iyi, daha başarılı, daha gözde olmak için çabalar durur ömrü boyunca. Kiminin dünyası paradır. Parası varsa kendini güçlü ve sarsılmaz hisseder; onu elde etmeye, elde ettikten sonra kaybetmemeye adar hayatını.
Peki gerçekten “hakiki maksat” bunlar mıdır?
Elbette müziğe kabiliyet verilmişse müzisyen oluruz. Evlat emanet edildiyse elimizden geldiğince emanete iyi bakmaya çalışırız. İhtiyaçlarımızı temin etmek için elbette çalışmaya ve para kazanmaya ihtiyaç duyarız. Yaptığımız işi en güzel şekilde yapmak için gayret ederiz. Buraya kadar sorun yok… Esas sorun evladımızla, işimizle, paramızla, başarılarımızla kısacası “dünya”yla kurduğumuz ilişki tarzında saklıdır.
“Niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder” der Bediüzzaman. Eşyanın mahiyeti değişir niyetlerimizle. Oruç tutmaya niyet ederiz mesela; gün boyu yaşadığımız beyhude açlık, susuzluk değil, bizi Allah’a yaklaştıran amele dönüşür. Yaptığımız hataları fark edip özür dilemeye niyet ettiğimizde, hata hata olmaktan çıkar da bizi Allah’a yaklaştıran salih bir amele dönüşür; tövbe salih ameldir çünkü. Çocuğumuzun bakımı için cânı gönülden yaptığımız hizmetler, “Ben şimdi ona bakıyorum o da ben yaşlandığım zaman bana bakacak” sığlığından çıkıp şimdi Allah’ın emanetine vazifem olduğu için severek bakıyorum” düşüncesiyle bizi Allah’a yaklaştıran salih amellere dönüşür.
Rabbimizle nasıl ilişki kurabileceğimizi ise, tüm alemle ilişkisini Rabbine götüren bir vesile olarak kurabilen Efendimiz’den(sav) öğreniyoruz. Ancak o zaman ibadet, yalnızca “namaz, oruç, zekât, hac” olmaktan ve sadece ömrün belli zamanlarında yapılan bir fiil olmaktan öte, hayatımızı her an kuşatan ve Yaratıcımızla kurduğumuz muhabbetli bir ilişkiye dönüşüyor.
Oturarak su içişim, sağ yanıma dönerek uykuya dalışım; çiçeğimle, kuşumla, köpeğimle kurduğum ilişki, sıradan bir hareket olmanın ötesinde Peygambere ittiba etme niyetiyle yaptığımda, beni her an Allah’ın huzurunda olmaya götüren bilinçli bir ibadet tavrına dönüşüyor. Bu bakışla Hz. Peygamberin(sav), “ayakkabınızın bağı bile kopsa Allah’tan isteyin” hadisi hakikatiyle çok daha iyi anlaşılabiliyor.
Hakikat eksenli bu yolculuğu “Ubudiyet” olarak tanımlıyor Hekimoğlu İsmail, Allah’a Yaklaştıran Ameller’de.
“Bir insan namaz kılıyor, bu ibadet-i cüz’iyedir. Eğer namazda okuduğu ayetleri hayatına uygularsa külli ibadet olur.”
“Gözü yaratan her şeyi görür. Öyleyse bizim her yaptığımız işi Allah görüyor. Allah’tan utanıp haramlardan kaçarsak hareketlerimizin bütünü ibadet olur.”
“İbadet, dünyadan tamamen elini eteğini çekmek değildir. Mesela bazı arkadaşlara, “Füzeyi yaparız, gölgesinde namaz kılarız” demiştim. Dediler ki; “Bu ne demektir?” Dedim ki; “Fizik ve kimyadaki kanunların, denklemlerin ve formüllerin bütününü yaratan Allah’tır. Fizik, kimya, coğrafya, astronomi gibi pek çok ilim Allah’ın varlığını anlatır.”
Ve özetliyor Allah’a yaklaştıran amelleri;
“İslamiyet hayatımızın her ânında, her karesinde vardır; tuvaletten cami âdâbına, evlilikten çocuk terbiyesine kadar. İslamiyet hayatımızın ruhu ve esasıdır.”
Allah’a Yaklaştıran Ameller, “henüz yaşarken” hayat içinde Allah’la sımsıkı bir abd-mabud ilişkisine sokuyor okurlarını; ta ki her halimiz Allah’a yaklaştıran bir amele dönüşsün…
Nereye baksak O’dan haber getiren, neyi görsek O’nu hatırlatan bir âlem var ediliyor; farkında mıyız?