Sevgili annem, verdiğin öğütleri bir bir aklımda tuttum.
Kavgayı, kötülükleri bir yaprağın üzerine yazmak isterdim, sonbahar rüzgârı uçursun diyarlara umut olsun, diye.
Öfkeyi bir bulutun üzerine yazmak isterdim, yağmur yağsın toprağa yeni filizler bitsin, diye. Nefreti karların üzerine yazmak isterdim, güneş açsın karlarla erisin, diye.
Ve dostluğu, sevgiyi yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın, diye.
Senin sevgini kalbime işledim ömrüm oldukça hiç sönmesin, Dersim’de karlar altında filiz veren yedi verenler gibi yeşersin annem.
Ah annem, gençliğini yaşayamayıp yangınlardan bizi çekip alan annem. Benim iki sevdam kaldı Dersim’de. Biri annem, diğeri de Dersim. Geçim derdine düştük, iyi bir gelecek için Dersim’i terk ettik.
1938 yılında Dersim’e bir tufan geldi, sanki Nuh tufanından beter. Bir tarafta can korkusu, diğer tarafta açlık belâsı. Beş çocuklu genç bir kadın çocuklarını kurşunlardan koruyabilmek için bir kuş misali her gün yer değiştirmek zorunda kaldı. Bazen Düzgün Dağı’n eteklerinde bazen de ormanın içinde bulduğu taş kovuklarına sakladı çocuklarını. Kurşundan, süngüden, harekâttan korkmayıp ot toplamaya giden bu mübarek kadın, benim annem. Yavruları açlıktan ölmesin diye didinen, bir taraftan cesetlerin altından çekip çıkardığı oğlu Ali’sinin yaralarını kurtlardan temizleyen, bir taraftan da hiç yere öldürülen 85 yaşındaki annesinin yasını tutan, bütün yaşamı boyunca hep gözyaşı döken bu koca yürekli anneme yazdıklarımı minnetle sunmak istedim.