Bir şey daha var. Buralarda geçirdiği ilk zamanlarda öğleüstleri gevşemesi hiç kolay olmuyordu. Vücudu hantallaşmış durumdaydı ve bilinçli doğallığını kaybetmek üzereydi. Böyle durumlarda genellikle sonsuz bir rıhtımda yürüdüğünü görümsüyordu. Bazen de bir zebranın sırtında yürüyordu. Ölümcül bir gribe yakalandığını; dahası ciğerlerinin nefessizlikten altüst olduğunu düşünmeden edemiyordu. Zavallı. Bakışlarında beliren ölgün güç gerçek anlamda korkudan besleniyordu. Nesnelere olana bitene baktıkça gözlerinin akı kendisinden bağımsız başka bir hâl neredeyse dışarı fırlayacak gibiydi. O ân bu hastalıktan sıyrılıp canlanmayı ne kadar arzuladığını bilemezsiniz. Altın bir döneme yuvarlanıp gitmek istediğini... Dora Maar'ı Picasso'nun saplantılı tutkusundan nasıl kurtarmak istediğini onunla Paris'te -delicesine- nasıl sevişmek istediğini bilemezsiniz.
Ve çok yalnız kalmamalıydı. Hayhuylu serbest endişesiz tüm bedeniyle limitsiz bir cesarete ihtiyacı vardı.
Tarihin belli bir ânında belirli bir yerinde; doğada düşünüş turlarıyla ortalığı yıkması gerekiyordu.
Yıktı.
Yavaş yavaş çiroz kokan nemli makaron tütünleri bırakarak dolgusu çekici kaliteli bir pipo edindi. Düzensiz çalışmalarını düzenli bir manzaraya dönüştürmekte ısrarcıydı. Böylece benliğini kaplayan büyü hızla kabarmaya başlamıştı. Kanından vanilya ırmağı akarken sıcak kahvesini dudaklarına dolduruyor mensur şiirler karalıyordu. Dupduru bir güzellikle belki yarım gün...
Yaşlı kavakların yaşlı esintisiyle beraber yaşlandığında bağışlıyordu korkaklığı. Nasıl söylesem tepesinde o insanca tuhaf hâlesiyle ona dokunup onu selamlıyordu: