İnsan içine doğduğu, ışığın gözüne ilk değdiği, ilk âşık olduğu, ilk kışları ve baharları hissettiği toprakları unutmaz. Dağları, menkıbeleri, masal geceleri, tarlaları, dereleri ve ağaçları içimizde hep yaşamaya devam eder.
Şehir de öyledir. İnsan lokantasında ilk kebap kokusunu aldığı, sinemalarında ilk filmleri seyrettiği, Arnavut kaldırımlarında ilk fayton arabalarına bindiği zamanları hayatı boyunca içinde taşır.
Aşk ve okuma tutkularımızın derinleştiği mekân şehirdir. Taşra şehri de olsa bu gerçeklik değişmez. Şehrin mekânları içimize siner. Meydan ve pazarları, hayat akışı benliğimizi kurar. Sonra bu zamanlar ve mekânlar ne kadar değişirse değişsin içimizdeki o başlangıcı ve ilk biçimi değişmeden devam eder.
Başlangıçlar ve oluşan ilkler benliğimizin temelleridir. Onlarla insan olmaya adım atarız. Hayallerimiz ve rüyalarımız, ruhumuz ve içimiz onlarla oluşur. Ben oluruz. İlk şehrim Elaziz. Orada hayatın renklerine derinden çarpıldım, ateşli düşüncelerle tanıştım. Kitaplar dünyasına kanatlandım. Bakırcıları burada tanıdım. Pastaneye burada gitmeye başladım. Sinemayı ve filmleri burada gördüm. Elaziz, ilk hayat okulum... İnsanları sesleriyle, yüzleriyle, ruhlarıyla dünyama daldılar.
Şehir benim oldu, ben de şehrin. Beni tanıdıkça ben de onu tanıdım. Bana dünyasını açtıkça ben de dünyalı oldum. Çarşıları, mektepleri, meydanları beni ilk büyüleyen çehresi. Delileri, şeyhleri, mollaları ile tanıştım.
Benim Elaziz kitabının hikâyesi budur. Otobiyografi de denebilir, sosyoloji ve edebiyatın beraberliğinde bir anlatı da. Şehrin bana eşlik eden sosyolojisi. Kendilik bilincimin oluştuğu mekânlar ve zamanların katmanlarında geziyorum. Sosyolog muyum, hikâyeci mi, masalcı mı? Bilmiyorum. Sosyoloji masala dönüşüyor. Bir şehrin sosyolojik masalı. Masal olmadan hayat olur mu? Benim de masalım bu şehirde oluştu. Şehir oluşurken ben de oluştum.