İnsan mutluyken kötü bir olayı konduramaz hayatına unutur sevincin ve acının dengesini oysa hareket etmiştir kapı kapanmaya doğru ne göz görür ne de kalp anlar ve kapanır kapı. Kapanan sadece kapı değildir; ışık söner renk uçar ne dilde tat kalır ne de kulakta ses. Geri dönülecek ne yol kalır ne insan bir boşluk kalır dolmayacak doldurulamayacak büyük bir boşluk. Eray o büyük boşluğu hiç dolduramadı. Artık ne açılacak ne de çalınacak bir kapısı vardı.
Eray bembeyaz bir çölde yürümeye çalışıyordu. Gökyüzünde onlarca güneş vardı. Sanki devasa bir film platosundaydı. Gözlerini açamıyor; açtığında kumun gökyüzünün beyazlığı gözlerine hücum ediyordu. En ufak bir esinti dahi yoktu. Eray hangi zamanda günün hangi saatinde olduğunu bilmiyordu. Akşamın olmadığı günün batmadığı zamanın önemsizleştiği bir yerdeydi.
Kaleminden dökülen kelimeler mısralar hasretini daha da artırıyor; çaresizliğin yalnızlık duygusunun tüm benliğini sardığını hissediyordu. Mucize beklentisine giriyor; bir telefon bir anons ile acılarının özleminin biteceğini Sedef'e kavuşacağını hayal ediyordu. Mısralarında bazen bir ağaca bir yaprağa bir martıya esen rüzgâra yağan yağmura geçip giden buluta İstanbul'a Boğaz'a gemilere yakamoza maviye yeşile Sedef'e aşkını aktarmasını diliyor; bazen gül kokusunda parlayan güneşte tan kızıllığında sabah serinliğinde bahar tazeliğinde Sedef'i arıyordu.