“Edebiyatta bitaraf olan, yalnız kalem ve kağıttır. İnsanı sevmek, hiçbir mana ifade etmez. Döğüşen insanlardan bir tarafı seveceksin. ‘Sınıfların mücadelesi’ ve ‘insanın tabiatıyla mücadelesi’ diye iki büyük kavganın içindesin. Kurşun kalemde kemiklerim, stilomda kanım var.”
Kemal Tahir, romanlarında olduğu gibi öykülerinde de tarih ve toplumun kültürel birikimine dayanan, “kurtarıcı unsur” olarak nitelediği, yerli ve çok yönlü bir gerçekçiliğin peşindedir. Onun için; marazlarıyla, erdemleriyle, alışkanlıklarıyla, âdetleriyle; özellikle de milletin dünya görüşü olarak tanımladığı diliyle Göl İnsanları’nı ve/veya Türk köylüsünü anlamak; Türkiye’yi anlamak demektir.
Türk insanını çözümleme çabasının olağanüstü ürünleri olan bu öyküler, Kemal Tahir’in özellikle Çankırı, Çorum ve Kırşehir Cezaevlerinde Anadolu insanıyla karşılaşmalarının ilk sonuçlarıdır, denilebilir. Cezaevi deneyimi onu Anadolu’nun çıplak, yalınkat gerçeğiyle karşılaştırmış, böylece edebiyat onun “mücadele silahı” haline gelmeye başlamıştır.
Göl İnsanları’nda “Çoban Ali”, “Kondurma Siyaseti”, “Arabacı”, “Nam Uğruna” gibi öyküleriyle Anadolu’daki farklı toplumsal kesimlerin hayata ve dünyaya bakışını hayranlık uyandıran bir isabet ve nesnellikle yansıtan Kemal Tahir, aslında edebiyattaki kavgasını ve yazılacak şaheserlerini de haber vermiş gibidir. Nitekim onun öykülerinin ilk okuru sayılan Nâzım Hikmet şöyle yazmaktan kendini alamamıştı:
“Çok yüksek bir yere çıkıp haykırmak istiyorum: ‘Şu Göl İnsanları hikayelerini yazanı biliyor musunuz? O daha ne güzel şeyler yazacaktır.’”