Büyüklerin çocuklara neden kibar ve itaatkâr olmayı aşıladığını hiçbir zaman anlamamışımdır. Örnek bir evlat olsaydım ismim annemin ebeveynlerinin, ben doğmadan uzun süre önce ölen büyükanne Elsa ile büyükbaba Ervin’in mezarının hemen yanı başındaki bir mezar taşına kazınmış olurdu.
Anlatmaya başlıyor Mira... Buzdan kayıp nehri boyladığı gibi sırılsıklam kaldığı 1954 yılının kışını, yanı başındaki münzevi teyzesi Hana’yı...
Hana teyzem neredeyse hiç konuşmaz, öylece gözünü dikip bakmakla yetinirdi. Her zamanki tuhaflığıyla... Bakıyormuş da görmüyormuş gibi. Ruhu gitmiş de bedeni sandalyede kalmış gibi.
Su gibi akıyor zaman geriye. İkinci Dünya Savaşı’na ve değişen tarihe. Satırlar boyu alt üst olan Hana ve kız kardeşi Rosa. Zor yaşamları Hana’nın siyah ceketinin cebindeki ekmek kırıntılarında gizleniyor umutsuzca. Ve bu kez Hana anlatıyor. Toplama kampı, insanlık dışı muameleler, ayrılıklar, hastalıklar, ölümler, gaz odaları...
Dokuz yaşında hayata isyan bayrağı açan Mira ile kırklı yaşlarına varmadan ölüme teslim bayrağı sallayan Hana, birbirlerine tutunarak yeni adımlar atabilecekler mi?
Üç bölümden oluşan trajik bir aile hikâyesi.
Alena Mornštajnová’nın gerçek yaşam öykülerinden ilham alarak yazdığı Hana, benzersiz anlatımıyla okuru içine çeken, çerçeve kurgusuyla baş döndüren, farklı zaman dilimlerinde yolculuğa çıkaran, olay örgüsüyle okurun merakını her an diri tutarak her sayfada yeniden şaşkınlığa sürükleyen müthiş bir edebiyat zevki sunuyor.