İşçi, istiridye korsanı, liman serserisi, demiryolu çocuğu, Pasifik gemilerinde tayfa, ayyaş, mahkûm, çiftçi, sosyalist, yazar. Japonya’dan Yukon’a, Londra’nın kenar mahallelerinden Kore’ye, Havaii’den Güney denizlerine kadar her mîl-i bahrîde, her kilometrede hep daha fazlasının peşinde, her yanı bin türlü merakla dolu bir maceraperest. Bütün dünya, bütün hayat, her şey onun içinde kök salmış da, o tüm bunların sözcülüğünü yapıyor gibi.
Sürekli şiirler, makaleler ve hikâyeler kaleme alıp yayıncılara postaladı. Editörler gönderdiği hemen her şeyi geri çevirdi. Sabırsızlanıyor, ümidini yitiriyordu. Mabel Applegarth’a yazdığı bir mektupta bu konudaki kararlığını şöyle dile getiriyordu: “Şimdi, şu an, tamamen elimden alınsa, sahip olduğum ne varsa gitse yeni bir şimdi inşa edeceğim; yarın çıplak ve aç bırakılırsam vazgeçmeden önce çıplak ve aç devam edeceğim; kadın olsaydım bütün erkeklerin fahişesi olurdum ve bunda da başarılı olurdum. Kısacası başaracağım.” Nitekim 27 yaşında dünyaca ünlü bir yazar oldu. Belki de hayal ettiğinden daha fazlasını başardı.
Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Martin Eden gibi klasiklerin yazarının romanlarından hiç de aşağı kalır yanı olmayan çalkantılı hayat hikâyesi, Kenneth K. Brandt’ın ellerinde adeta bir Jack London romanına dönüşüyor.
Bugün beni tanıyan insanlara ne olduğumu sorun. Sert, yabani bir tip, diyeceklerdir, ödüllü dövüşleri ve gaddarlığı seven, kalemini akıllıca oynatan, azıcık sanat bilen bir şarlatan; eğitimsizliğin, görgüsüzlüğün kaçınılmaz kusurlarını taşıyan, epey büyük bir başarıyı kaba ve alışılmamış bir tavrın ardında saklamaya çabalayan, kendini yetiştirmiş bir adam. Onların fikrini değiştirmeye çalışır mıyım? Kanaatlerini olduğu gibi bırakmak çok daha kolay. Jack London |