Ölüm, doğumun içindedir. Bize ömür olarak verilen sürenin saniyeleri doğduğumuz andan itibaren başlamıştır. Dakikalar, saatler, günler, haftalar, yıllar derken; gün gelecek, zaman bitecek ve aldığımız sınırlı sayıda nefesin son demlerini kullanacağız. Öte yandan doğumla birlikte biyolojik olarak hücrelerimiz ölmeye ve yenileri oluşmaya başlar. İşte bu yüzden biz farkında olmasak da ölüm her an bizimle beraberdir.
Geride kalan zamanlara mı yanalım, giden gençliğimize mi, yavaş yavaş bizi terk eden sağlığımıza mı? Yoksa henüz yaşanmamış yılları nasıl umarsızca tüketeceğimize mi? Doğduk; büyüyüp geliştik; genç olduk, bulutların üstünde dolaştık; bize güven veren yetişkinliği yaşadık; yavaş yavaş canlılığımızı, diriliğimizi yitirmeye başladık ve nihayet yaşlandık… Ömür bitmek üzere, gidecek başka yer yok. Ölüm soğuk kucağını açmış, bizi bekliyor. İstesek de istemesek de ayaklarımız bizi ona sürükleyecek.
Geriye dönüp baktığımızda, ne kadar da çabuk bitmiş koskoca dediğimiz o ömür. Meğer o koskoca değilmiş, biz öyle sanmışız. Dünya yalanmış ve biz o yalanın içinden geçip giderken, ne kadar doğruyu bulmuşuz? Varoluşumuzun, bu dünyaya gelişimizin maksadı ne? Bunu ne kadar anlayabildik ve hayatımızı ne kadar anlamlı kılabildik?