Siyah beyaz fotoğraflarımı döktüm masanın üstüne, bir bir inceledim; aman Allah’ım bu nasıl şey? Var sandıklarım sadece fotoğraf karesinde görüntüden başka bir şey değil. Etkisi altında kaldığım başka durum da bitpazarlarında gördüklerim; ne yok ki bu pazarlarda! Sahibinden kopmuş her tür eşya, bir kenarı çıtlamış en ince porselenden yapılmış yemek tabağı; kim bilir hangi masalarda, kimler, hangi görkemli konaklarda bu tabağa kaşık sallamıştır. En iç acıtanlar da siyah beyaz fotoğraflarla, her sayfasında bin anı yüklü kitaplar; çaresiz vaziyette oradan oraya sürükleniyor, adeta inliyorlar. Süslü kavanoz kapağı, ahşap rahle, kalemler, özellikle arkası kemirilmiş kurşun kalemler, sallanır vaziyette bir başına, işe yaramaz durumdaymış gibi kalmış sandalye, eski çerçevenin içinden fırlayacak gibi duran güzel yüzlü insanlar, daha birçok kendi içinde gizli kalmış manidar birçok şey; beni anlayamazsınız bakışı atar melül melül “Nerede ilk sahibimiz?” der misali.
Sokak manzaraları ayrı hikâye; ahşap evin camı kırılmış penceresinden, gıcırdayan kıpısından, merdivenin inleyen sesinden “Bir varmış, bir yokmuş,“ tekerlemesini terennüm eden ruhunu hissedersiniz; her şey konuşur, anlar, hisseder ama evler bu duyguları ta içinden hisseder ve en çok onlar konuşur, onlar ses verir.
Bir varmış bir yokmuş sözleri her zaman ürpermeme neden olmuştur. Dünyalı olarak bildiğim ne varsa bir de bakıyorum yok olmuş; yerini başka biri ya da başka bir şey doldurmuş. Kimse kendini boşu boşuna önemsemesin, perde kapanınca sonuç değişmiyor; herkes gibi onun için hazırlanan çukura giriyor, bir varken, bir yokmuş, oluyor. Gölgelerin asıllarından büyük ve heybetli olması artık manasını yitiriyor, bilinmeze karışıyor. Bu kitabı hazırlamama neden olan duygular işte bu bir varmış bir yokmuş hikâyesi.