“Bir kuş ötüyordu karanlıkta. Ses, hangi yönden geliyor kestirmek zordu. Bir önemi de yoktu; sessizliğin oluşturduğu boşluklardan rahatlıkla yayılıyor, hoş bir yumuşaklıkla İbrahim’in kulağına ulaşıyordu.
Bir köpek havlaması karıştı bu melodik, kırılgan kuş sesine. Köpek üç kere havladı, sustu. Kuş öttü. Ay, gökyüzünde beyaz bir fener gibi yükseldi. Seslerden kendini aldı ve ‘ay’a baktı İbrahim. Şeklinden midir bilinmez, komşu çocuğun kulaklarına taktığı meyveyi hatırladı. Dilini ağzında gezdirdi. Sanki biraz daha zorlasa tadını, yemeden bile hissedecekti. Kanımızı işte bu kırmızı yapıyor, demişti komşunun oğlu. Ama demişti İbrahim, ‘Ben hiç kiraz yemedim. Kanım yine de kırmızı.’ Köpek üç kere havladı, kuş öttü. Kuşun sesi daha uzaktan geliyordu artık. Bir tanesini de bana ver, tadına bakayım, deseydi, verirdi arkadaşı. Dememişti. Silik, kaygan, görünüp hemen kaybolan bir istekle demiş olmayı geçirdi içinden.”
Emine Batar, Uzakların Yankısı’nda çocukluğumuzun aslında sadece bize ait olmadığını hatırlatıyor. Her bir anlatıda genişleyen ve her bir anıda tazelenen doğasıyla geçmişin derinliklerine davet ediyor okuyucuyu. Kan ve kiraz, kefen ve gelinlik, ölüm ve yaşamın iç içe geçtiği dünyada var olma mücadelesi veren İbrahim’in anıları, hem İbrahim’e, hem yazara, hem de bize ait. Ya da belki de hiçbirimize ait değil...