Doxa
Odanın ortasında başıboş bir adam oturuyor.
Kafasını hafifçe kaldırdı, gözlerime baktı ve “Duygularımı kaybettim, gördün mü?” diye sordu. Şaşkın bir ifade ile baktım ona. Ağzım açık, salak bir ifadeyle üstelik. Adam güldü, “Anladım,” dedi, “Görmemişsin. Görsen zaten şu an karşımda böyle dikiliyor olmazdın.”
“Duygular,” dedim, adam hâlâ gülümsüyordu. “Duygular,” dedim…
“Kaybolmaz ki!”
***
Birbiri ardına sıralanmış günler hep aynıydı. Uykusuzluğu şafakla taçlandıran geceler, puslu İstanbul’un her köşesine sinmiş kalabalık, ağır ve sancı dolu geçen dakikalar…
Cevher bir koleksiyoncuydu. Rotalarından sapmış gemileri bir bir açık denize bırakıyor, ardından zihninin tozlu raflarına itina ile şişeleyerek mühürlüyordu.
Sonra bir sabah, güneş onun için aynı yerden doğmadı.
Kardeşini de çekip içine alan karanlık suların ardına, ışığı sönmüş bir deniz fenerine ulaşmalı ve “Buradayım,” demeliydi. “Senin için buradayım, Azer.”
Cevher bir anı koleksiyoncusuydu.
Ta ki en nadide parçanın, aslında kendi içinde keşfedilmeyi bekleyen bir cevher olduğunu anlayana dek.