“Mekân hapis olunca zaman da mahpus oluyordu...”
“Saniyeler akmayınca da hiç düşünemez oldum. Böylece düşünemeyen insanların zamanda kaybolmuş oldukları hükmüne vardım.”
* * *
Dünyanın en eski ve en saygın sinema okulu VGİK’ten mezun olduktan sonra Türkiye’ye dönmek ister genç ve hevesli film yönetmeni. Ancak ustası endişelidir; onu Francis Ford Coppola’nın yanına göndermeyi önerir, böylelikle yıllardır hayalini kurduğu senaryosunu Amerika’da çekebilecektir. O ise ülkesini seçer.
Ustasının korktuğu başına gelir. Ne de olsa Türkiye’de o bir kızıldır. Üstelik komünist bir ülkede eğitim görmüştür ve Türkiye’nin bu ülkeyle bir eğitim anlaşması olmadığından film yönetmenliği niteliği de şüphelidir. Daha çok askeri eğitim aldığı varsayılır ve iyi yetiştirilmiş bir KGB subayı olarak kurgulanır. Tabii bir de iyi derecede Rusça, Arapça konuşabilmesi gerçeği vardır. Böyle olunca da konuşturulmalı, itiraf etmesi sağlanmalıdır, doğal olarak “bilimsel yöntem”lerle…
Askerde “sakıncalı piyade”dir, sivilde her daim kuşkulanılan vatandaş. Kimlik verilmez, pasaport talep dahi edilemez. Polis takiptedir. Yurtdışına kaçamaz, intihar bile edemez…
Sovyetler Birliği’nde geçen yedi yıldan sonra döndüğü Türkiye de değişmiştir. Askeri darbe olmuş, toplumsal yapının üzerinden silindir gibi geçmiştir; değerler sistemi liberalizm sosuna bulanmış, kültürel doku yozlaşmıştır.
Yaşamını sinemaya adamak isteyen okullu yönetmenin şansı da yaver gitmez. Çok sonra yine bir okul aracılığıyla adım attığı Türkiye sinema pazarı aldığı eğitimin niteliğinden fersah fersah uzaktadır.
Ezel Akay ona “Hayatının en kötü günü benimle tanıştığın gündü” derken haklıdır ama “en kötü”ler öyle çoktur ki.
Sovyetler Birliği’nde sinema eğitimi alıp Türkiye’de sinema yönetmenliği yapmak bir yaşamın özeti olamaz ama her iki dünyayı da bir hayli anlatır.