Tarih, köleleştirebilir bizi.
Aklımızı, fikrimizi, dünyamızı, hatta rüyalarımızı bir demir kafes içine alır ve kendi elimizle çattığımız umarsız bir kültürel hapishaneye dönüşebilir.
Bu umutsuzluk pınarının yanı başında susuzluktan çatlarız.
Baktığımız aynalardan nefret ederiz.
Ve sonra sevgili hapishanemizden özlem duyulan bir dönem icad eder ve buna Çağ deriz.
Ah o Altın Çağ, bizi bırakıp nerelere gitmiş, ufuklarımızı terk etmiştir!
Oysa tarih özgürleştirebilir bizi.
Gönüllü hapishanemizden firar yollarını gösterebilir, yer altından tüneller kazmamıza yardımcı olabilir.
Yanı başında susuzluktan kırıldığımız pınarın varlığını hatırlatabilir bize.
Yapmamız gereken şeyin, sadece ağzımızı suya değdirmek olduğunu fısıldayabilir.
Özgürleştirir bizi kendisini (ve kendimizi) içerisine tıktığımız kafesin kapılarını bir bir açtıkça.
Osmanlı tarihi, sessiz sedasız bir devrim yaşıyor son yıllarda.
İçerisini tıkıldığı kafesin, kendisini (kendimizi) bağladığımız zincirlerin ağırlığından kurtulmaya başlıyor ve evine dönüyor.
Mustafa Armağan, tarihin balta girmemiş ormanlarında çıktığı keşif yolculuğunda Osmanlı tarihinin bilinmeyen sayfalarını açarken, önünüze, aynı zamanda haksız yere horlanmış, itilip kakılmış bir tarihin kefaretini de ödüyor.
Ona göre Osmanlı hâlâ yaşıyor ve bizi küresel çağın çarkları arasında un ufak olmaktan koruyacak usturuplu tutamaklar uzatıyor.
Kır Zincirlerini Osmanlı, Osmanlı'da gizli özgürleşme potansiyelini açığa çıkaran ve bugünün hapishanesine tıkılmış bizlere, çağların tabakaları arasında beyaz güvercinlere ısmarlanmış altın mesajlar yollayan bir kitap.
Bir başka deyişle, tarihimizin özgürleşme macerasına açılan bir pencere.