Mevlânâ Celâleddin Rûmî, peygamberlerden sonra insanlık tarihinin en fazla hürmet ve ilgi gören şahsiyetlerinden biridir. Bu haklı hürmet, aslında âlim ve âriflerimizin feyiz kaynağı olan vahyin imkânlarını bize göstermektedir. Kendisi bu durumu; “Ben yaşadığım sürece Kur’an’ın kölesi, Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum” şeklinde dile getirmiştir. Aslında o diğer İslâm âriflerinden farklı bir şey söylememiştir. Hakikatten; tevhitten, vahdetten bahsetmiş, insanları gafletten uyanıp âgâh olmaya, ilahi tabiata rücû etmeye davet etmiştir. Ancak dilin imkânlarını kullanma biçimi ve metin inşa üslubu onu akranları arasında mümtaz kılmıştır. Yani insân-ı kâmilin marifetini, mânanın dışavurum vasıtası olan dile aktarım hususunda kendisine ihsan olunmuş lütuf, aslında Mevlânâ’nın yüzyıllardır insanlığın kalbine dokunmadaki başarısının asıl sırrıdır. Sonraki asırlarda, Mevlevîliğin sınırlarını da aşan Mevlânâ irfanına varis olan ârifler, onun marifetinin feyzini taşımaya, nakletmeye ve yaşatmaya gayret etmişlerdir.
İşte 20. yüzyılın başında, medeniyetimize dair bilgi ve irfan anlayışının, hayat algısının temellerinden sarsıldığı bir dönemde yaşamış, mutasavvıf, edip ve kültür insanı Sadettin Nüzhet Ergun, çağdaşı birçok münevver gibi bu yıkıma mâni olmaya gayret etmiş, gelenekle gelecek nesiller arasında köprü vazifesi görecek çalışmalar yapmıştır. Onun yoğunlaştığı alan, daha çok geleneğimizin edebiyat veçhesidir.
Geniş bir külliyat meydana getiren çalışmaları içinde, hacimce küçük ancak içeriği ve üslubuyla önemli yere sahip çalışmalarından biri de şüphesiz Mevlânâ isimli kitabıdır. Mensubu olduğu dünyanın en etkili simalarından Mevlânâ hakkında böyle bir eser kaleme alırken; okuyucuyu teferruatla meşgul etmekten sakınmış, ama giderek kendi medeniyetine uzaklaşma temayülü gösteren insanımızla Hazreti Pîr arasında doğru bilgi ve muhkem bir duygu bağı kurmak istemiştir.