William Faulkner, deneysel tarzıyla çağının geleneksel anlatı tekniklerine savaş açan, çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli roman yazarlarından ve modernistlerinden biri. Dördüncü ve belki de en ünlü romanı Ses ve Öfke’yi 1929’da yayımlamasının ardından Döşeğimde Ölürken, Tapınak, Ağustos Işığı ve Abşalom, Abşalom gibi şaheserler kaleme alan William Faulkner, sıra dışı tarzıyla bazı eleştirmenleri neşelendirirken bazılarının çileden çıkmasına sebep oluyordu. Memleketi Oxford’u, Mississippi’yi eserlerinde yeniden işliyor; Yoknapawatpha County adıyla kurgusal dünyasına dâhil ettiği ve içerisinde merhamet ile şerefin modern dünyanın şiddetine, hırsına ve doymazlığına karşı savaştığı bir mekân haline getiriyordu. |
Nihayetinde Nobel Ödülü’nü kazansa da Faulkner’ın yaşamı ne kolay geçmişti ne de kaygısız. Daima ekonomik sorunları vardı, desteklemekle yükümlü olduğu geniş bir aile söz konusuydu, evliliği konusunda ikircikliydi ve alkolizmden mustaripti. “Bu ülkede insanın kendisini gazetecilerden koruyamaması ne fena... İsveç bana bir Nobel, Fransa da Légion d’honneur verdi. Kendi vatanımın benim için yaptığı tek şeyse onca karşı koymama,
onca ricama rağmen özel hayatıma saldırmak oldu.” Yazara göre biyografik arka plan, sanatın en az ilgi çekici olan yönüydü. Yine iddia ettiği gibi, önemli olan, yaratıcısı değil, işin kendisiydi: “Bana kalırsa birinin düşünüp ümit ettiği, deneyip başaramadığı şeyler kâfi gelmiyorsa, [yazarın] sanatçı kimliğinin dışında tecrübe ettikleriyle, yaptıklarıyla ya da çektiği dertlerle açıklanıp mazur gösterilmesi icap ediyorsa hem o hem de onu değerlendiren kişi başarısız olmuş demektir.” Kirk Curnutt, Faulkner’ın uyarılarını göz önünde bulundurarak kaleme aldığı bu incelikli biyografide, Faulkner’ın saydığımız haricî koşulları dengeleme çabasına gerektiği ölçüde yer veriyor ve aynı zamanda edebi kariyerini nasıl büyük bir kararlılıkla sürdürmeye çalıştığını bizzat yazarın eserlerinden ve bu eserlerin kaleme alınış süreçlerinden beslenerek inceliyor. |