Çocukluğum terzi çıraklığında geçti. Yarım gün okula gittim, diğer yarısında ise çalıştım. Anadolu tabiriyle “eti senin, kemiği benim” dedikleri, İsmailî bir teslimiyetle mesleğe verildim. Elime yüksüğü bağlayıp beni bir iğneye, iğneyle hayata bağladılar. Koluma takılan “altın bilezik” ondandır. İğneyle galavirik yaptım, kazayağı diktim, klapa işledim; tifo, frengi dikişleri ve puntolar yaptım. İğneyle kollar taktım ama yârin kollarına atılamadım. Diktim, düşündüm. Diktim, düşündüm… Yıllarca iki ‘d’ harfini yaşadım. İğneyle kazdığım kuyularda Yusuf’a ulaşamadım.
. . .
Hayatım boyunca idealim, dar bir kumaştan bolca bir elbise biçmek oldu. Metotların kifayetsizliği beni yorup durduysa da, yılmadım! El emeği, göz nuru iğneyle kazdığım kuyuların dehlizlerinde insanı gördüm! Tüm insanlar gibi renklerin değişikliğini yaşadım! Sanal günler, krizli aylar, buhranlı yıllar, alışageldiğimiz hatta alıştırıla geldiğimiz; o, birkaç perdelik açık seçik oyun! Figüranı bizden, hesap gayet net ve açık, dahası imf eşliğinde ritim tutmuş uygun adımlarla rap rap edip duran faylar... Depremler, depremler… Deprem sonrası enkazlar, dumanlı günde avlanmalar. Bir de enkazlar altında gökyüzünü gördüm!
Düşlerim kanat takmış, benden öteye, ötelere uçuyorlardı.
Kırgın düşlerime beyaz bayrak açtım!
Hilesiz gökyüzünde mavi seyirler diledim onlara.
Ah!.. Bir de özgür olsaydı düşlerim…