Duvara yaslı duran neyimi aldım ve hâin zorbalara elimdeki neyle mukâvemet etmeye çalıştım. O kamış parçasını sağa ve sola savurdukça, kırk yedi senelik ömrümün içinde dolaşıyordum. Hayât defterimi, bu şekilde elimde ney tutarak kapatmayı murâd ederdim, Cenâb-ı Mevlâ, bana bunu bahşeyledi. Derken, bizim ney zorba kılınçlarından birine çarpıp ordadan çatlayıp kırıldı. Tam o sırada sağ şakağıma isâbet eden hâin kılıncı, şakağımın derisini
sakalımla berâber çeneme kadar indirdi. Böyle bir vahşet sahnesinde insan acı hisseder mi? Elbette eder. Lâkin, bunu târif edecek ve başkasına anlatacak vakti ve dahî kudreti bulamaz. Şakağımdan çeneme doğru akan kanların mikdârını diyecek mecâli de, art arda belime, başıma inen lobut, şiş ve kılınç darbeleri aldı götürdü. Birden, az evvel kırılan neyimi eski sağlam hâliyle elimde buldum. Üstelik gâyet rahat bir sedir üstünde oturuyordum. Sağımda Gâlib Dede, solumda Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi, hüzzâm-ı cedîd makâmında icrâ ettiğim besteyi, huşû içinde dinliyorlardı. Neyi, durmadan üflüyordum. Atam Mustafa Hân ile vâlidem Mihrişâh Sultân, kapu önüne serilmiş pufla minderin üstüne bağdaş kurup oturmuşlar, benim neyimi şefkat dolu bir tebessümle tâkib ediyorlardı. Bu hüzzâm-ı cedîd makâmı, ömre bedel bir mûsıkî şâhrâhı idi, vesselâm… |